• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • https://www.facebook.com/medyaparis
  • https://twitter.com/medyaparis

İslam uzmanı Olivier Roy Müslüman nüfusa bakışa dair dikkat çekici bir analiz yayınladı.

Fransa’nın saygıdeğer gazetesi Le Monde, hiciv dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen saldırının ardından, ülkedeki Müslüman nüfusa bakışa dair dikkat çekici bir analiz yayınladı.

İslam uzmanı, araştırmacı Olivier Roy’un ‘Varolmayan bir cemaatten korkmak’ başlıklı yazısı, saldırının Fransa’da varoluşsal bir soruna yol açtığı tespitiyle başlarken, Müslüman azınlık üzerine yapılan tartışmalardaki genel eğilimleri irdeliyor.


Fransa’da sağ ve sol görüş içinde de farklı argümanlarla da olsa Müslüman nüfusu yerine bir ‘Müslüman Cemaati’ olgusundan bahsedildiğine değinen yazı, “İki karşıt söylem aslında aynı muhayyel Müslüman cemaati fantazması üzerine kurulmaktadır. Bir Müslüman cemaati yoktur, Müslüman bir nüfus vardır. Bu basit tespiti kabul etmek bile, halihazırdaki ve gelmekte olan histeriye karşı iyi bir panzehir olur” diye sonlanıyor.

Le Monde’da yayınlanan yazının tam metni şöyle:

Varolmayan bir cemaatten korkmak

Fransa’yı Charlie Hebdo katliamından sonra saran heyecan, dehşet karşısında duyulan bir tepki ya da yalın bir dayanışma gösterisinden fazla bir şey: Toplumsal bir vâkıa.

Zira bu terörist eylem de cinayetten fazla bir şey: Siyasal bir olay; 1961’den beri Fransa’da düzenlenen en kanlı saldırı olmasından değil sadece; ya da ifade ve basın özgürlüğüne halel getirdiği için değil (hangi bayrak altında olursa olsun saldırılar hep olmuştur ve olacaktır; ifade özgürlüğü de tehditler almıştır ve alacaktır); entelektüel bir tartışmayı neredeyse varoluşsal bir soruna dönüştürdüğü için: İslam ile şiddet arasındaki bağ üzerine kendimize sorular sormak, Müslümanlar’ın Fransa’daki yeri üzerine sorular sormaya yöneltmektedir.

Varoluşsal bir sorundur, çünkü Fransız toplumunun bütünlüğüne karşı, basit bir demografik olgunun ötesine geçen bir Müslüman varlığından gelen bir tehdit gibi algılanmasına dayanmaktadır (ve artık hâkim görüş budur); ya da birkaç kişinin terörizmi yüzünden azgınlaşan bir islamofobinin tehdidi gibi (‘birlikte-yaşama’ üzerine o endişenin ırkçılık-karşıtı varyantıdır bu: buna göre en büyük risk, Fransa Müslümanları’nın dışlanmasının artmasıdır).

Bu Fransa’nın 11 Eylül’ü falan değil

Çok kolaylıkla idare edilebilir olan (yok, bu Fransa’nın 11 Eylül’ü falan değildir; tutumumuza biraz dikkat edelim ve biraz ölçülü olalım!) safi güvenlikçi bir boyutun ötesinde, ortada bahis konusu olan şey Fransa’daki Müslüman varlığıdır.

Bu durum Charlie Hebdo saldırısından epey önce de önümüzdeydi; fakat siyasal açıdan ‘yerel’ bir anlamı vardı: yabancı işçi karşıtı popülist saplantı; kimlik sağlayan bir Hıristiyanlık’tan taraf olan bir sağ muhafazakârlığın uygarlık kaygıları; ya da soldan gelen, ama Ulusal Cephe tarafından sahiplenilerek toplumun her kesimine olta atar kimlik söylemine de dönüşen bir laikliğin din-karşıtı fobisi.

Ulusal Cephe’yi hedefe koyacak hiçbir malzeme kalmadı

Artık, İslam ve Fransa Müslümanları konusundaki endişe, daha bulanık, siyaseten daha az belirgin, ideolojik ailelerin ötesine giden, dolayısıyla da ahlâkçı ya da suçluluk duygusuna gark edici bir muameleye (ırkçılık-karşıtlığına ya da boş ve beyhude birlikte-yaşama çağrılarına) duyarlılığı kalmamış bir tema haline gelmiştir.

Ulusal Cephe’yi hedefe koyacak hiçbir malzeme kalmamıştır; onun geliştirmiş olduğu temalar artık kamusal alandadır ve bunun sorumlusunun kim olduğuyla eğleşmenin artık pek anlamı yoktur). Söz azat olmuştur ve bugün, üstelik her birimizin en az bir iyi ve dürüst Müslüman arkadaşı varken, temiz insanların İslamofobisiyle karşı karşıya kalmaktayızdır.

Fransa’da ‘Müslüman cemaati’ olmadığı göz önüne alınmalı

Basitleştirmek için söylersek (fakat günümüzde herşey basitleştiriliyor), kamusal alan iki söylem tarafından paylaşılmış durumda.

Artık hâkim olan söylem (her ne kadar ‘siyaseten doğruculuğa’ karşı çıktığını hâlâ iddia etse de ‘bizatihi’ siyaseten doğruculuk haline gelen), her ne kadar bu tercihler hakikati elinde bulundurma eminliğinden ziyade yokluktan ve hınçtan yapılsa bile aslında ötekinin reddine, normun (şeriatın) ve fetih yolunda cihadın üstünlüğüne indirgediği bir ‘hakiki’ İslam’ın azmış dışavurumunun terörizm olduğu mülahazasındadır.

Hâsılı, adeta her Müslüman’ın bilinçaltına bir Kur’anî yazılım yerleştirilmiştir; bu yüzden de, ılımlı bile olsa, bu toplum tarafından özümlenemez. Ancak gayrimuhtemel bir liberal, feminist ve ‘gay-friendly’ İslam’ı benimsemiş olduğunu, tercihen bir televizyon platosunda, bu dünyanın büyük ‘Hıristiyanları’na karşı işlemiş olduğu ayıpların kefaretini ödeme derdinde olan şirret ve kavgacı bir gazetecinin darbeleri altında yüksek sesle ilan özümlenebilirdir.

Bu ‘biat’ (soumission, Houellebecq’in yeni kitabının adı) talebi artık her taraftadır (‘Neden siz Müslümanlar terörizmi kınamıyorsunuz?’). Michel Houellebecq de muhtemelen çatışkı olsun diye geriye biatı icat etmektedir.

Daha azınlıkta olan ve sesini duyurmakta güçlük çeken ikinci söylem, az ya da çok dindar Müslümanlar ve bütün ırkçılık-karşıtı hareketlilik tarafından öne çıkarılan, ‘ilerici-İslami’ diye niteleyeceğim söylemdir. Not in my name, (benim adıma değil). Teröristlerin İslam’ı ‘benim’ İslam’ım değil; bir barış ve hoşgörü dini olan İslam da değil (kaldı ki, fondamantalizmi kim daha çok kınayacak yarışına girme ile asla varolmamış bir ‘Endülüs’ İslamı’nın özlemi arasında gidip gelen çok sayıda Müslüman kökenli ateist için bir sorun teşkil eder bu).

Gerçek tehdit, gençlerdeki radikalleşmeyi mazur göstermeksizin açıklayabilen İslamofobi ve dışlamadır. Irkçılık-karşıtları, büyük ulusal birlik anlatısı korosuna katılmakla birlikte, bir uyarıyı eklerler: Müslümanları damgalamamaya özen gösterilmelidir.

Bu iki söylemin yan yana getirilmesi bir çıkmaza götürür. Bundan çıkmak için, görülmek istenmeyen ve radikalleşmiş gençlerin hiç de Müslüman nüfusun öncüleri ya da yoksunluklarının sözcüleri olmadığını gösteren muayyen sayıda inatçı olgunun, özellikle de Fransa’da ‘Müslüman cemaati’ olmadığının göz önüne alınması gerekir.

Bir kuşak kopukluğunu cisimleştirirler

Her ne kadar radikalleşmiş gençler Müslüman bir siyasal muhayyileye (Asr-ı Saadet’in ümmet’ine) dayanıyorlarsa da, hem anne-babaların İslam’ı hem de Müslüman toplumların kültürleriyle fütursuz bir kopma yaşamışlardır. Müslüman dünyanın periferisinden gelirler (yani Batı’dan: Belçika’dan IŞİD’e katılan cihatçı sayısı, toprakları üzerindeki Müslüman nüfusa orantılandığında, Mısır’dan katılanların yüz mislidir),

Batılı bir iletişim, sahneleme ve şiddet kültüründe hareket ederler, bir kuşak kopukluğunu cisimleştirirler (çocukları Suriye’ye gittiğinde, anne-babalar artık polise telefon etmektedir), yerel dinî cemaatlerin (mahalle camilerinin) içinde değillerdir, internet üzerinden kendi kendilerine radikalleşir, küresel bir cihad aranır ve Müslüman dünyanın somut mücadeleleriyle (Filistin) ilgilenmezler.

Kısacası, toplumların İslamileştirilmesi için değil, kendi hastalıklı kahramanlık fantazmalarının hayata geçirilmesi için çalışırlar (“Peygamber’in intikamını aldım” diye haykırır Charlie Hebdo’daki cânilerin biri). Radikaller arasındaki yüksek mühtedi/dönme oranı (Fransız polisine göre IŞİD’e katılanlar arasında yüzde 22) radikalleşmenin genel olarak gençliğin marjinal bir kesimini etkileyip Müslüman nüfusun ana gövdesine dokunamadığını iyi göstermektedir.

Bunun adı ikili dayatma

Tabir caizse buna karşılık, olguların gösterdiğine göre Müslümanlar toplumla söylenenden çok daha fazla bütünleşmişlerdir.

Her ‘İslamcı’ saldırı artık güvenlik güçleri içinde de en az bir Müslüman kurbana neden olmaktadır: 2012’de Toulouse’da Muhammed Merah’ın öldürdüğü Fransız askeri Imad İbn Ziaten, ya da Charlie Hebdo’daki câni tetikçileri durdurmaya çalıştığı sırada öldürülen polis memuru Ahmed Merabet. Örnek olarak zikredilmek yerine, karşı-örnek olarak gösterilmektedirler: ‘Hakiki’ Müslüman terörist olanmış, diğerleri ise istisnaymış gibi.

Ama istatistiksel olarak yanlıştır bu: Fransa’da, ordudaki, polisteki ve jandarmadaki Müslümanlar, El Kaide şebekelerindekilerden fazladır; devlet dairelerindekileri, hastanelerdekileri, barodakileri ya da eğitim kurumlarındakileri daha saymadık.

Bir başka basmakalıba göre Müslümanlar terörizmi kınamıyorlarmış. Fakat internet teröre karşı kınamalar ve fetvalarla dolu. Madem ki bulgular Müslüman nüfusun radikalleştiği tezini yalanlıyor, o zaman niye bu bulgulara kulak verilmez? Sadece marjinalleri içeren bir radikalleşme üzerine neden bu kadar soru sorulmaktadır?

Çünkü Müslüman olan bir nüfus kesimine, daha sonra teşhir etmemekle kınandığı bir cemaatleşme isnat edilmektedir. Müslümanlar cemaatleştikleri için kınanmaktadır, fakat terörizme karşı cemaat olarak tepki göstermeleri istenmektedir.

Bunun adı ikili dayatmadır: Benim olmamanızı istediğim gibi olun. Bir dayatmaya verilen cevap da ancak işitilmez olur.

Müslüman oyu diye bir şey yok

Her ne kadar yerel düzeyde, mahalleler düzeyinde bazı cemaatleşme biçimleri saptanabilse bile, ulusal düzeyde durum hiç böyle değildir. Fransa Müslümanları hiçbir zaman temsilî kurumlar oluşturmak istememişlerdir; hele bir Müslüman lobisi daha da az.

Bir Müslüman partisinin kurulma hazırlığının en ufak bir emaresi bile yoktur ortada (Houellebecq derdine yansın, ama onun kurmaca yapma mazereti var); Müslüman kökenli olup siyasal yaşama aday olanlar Fransız siyasal yelpazesinin bütünü üzerinde dağılırlar (aşırı sağ da dahil), Müslüman oyu diye bir şey yoktur (Sosyalist Parti’nin üzülerek keşfettiği gibi).

Bir Müslüman cemaati yok, Müslüman bir nüfus var

Müslüman dinî okul ağları da yoktur (Fransa’da 10’dan az), sokak gösterileri de yoktur (İslami bir dava için yapılan hiçbir miting birkaç bin kişiden fazlasını toplayamamıştır), büyük camiler neredeyse yok mesabesindedir (olanlar da neredeyse daima dışarıdan finanse edilmişlerdir), fakat hızla çoğalan küçük mahalle mescitleri vardır.

Şayet bir cemaatleştirme çabası varsa, yukarıdan gelmektedir bu: Devletlerden, yoksa yurttaşlardan değil. Sözde temsilî örgütler, Müslüman İbadet Konseyi’nden Paris Büyük Camii’ne, Fransız ve yabancı hükümetlerin sımsıkı kontrolündedir, ama hiçbir yerel meşruiyetleri yoktur. Kısacası, Müslüman ‘cemaat’ çok Galyavâri bir bireyciliğin derdini çekmektedir ve elitlerimizin bonapartizmine ayak diremektedir. Ve bu iyi bir haberdir.

Oysa ki, hem sağda hem solda, kâh hakikaten toplumla bütünleşmeyi reddettiği için, kâh onu İslamofobi’nin bir kurbanı haline getirmek için, durmadan bu Müslüman cemaatinden bahsedilmektedir.

İki karşıt söylem aslında aynı muhayyel Müslüman cemaati fantazması üzerine kurulmaktadır. Bir Müslüman cemaati yoktur, Müslüman bir nüfus vardır. Bu basit tespiti kabul etmek bile, halihazırdaki ve gelmekte olan histeriye karşı iyi bir panzehir olur.



301 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın